Gönderen Konu: YEMEN'DEN MEDİNE MÜDAFİLİĞİNE  (Okunma sayısı 4424 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimdışı muzafferdeligoz

  • Muzaffer Deligöz
  • DefenceTurk
  • *
  • İleti: 1
  • 0
    • Apartman-Kooperatif-Şirket Danışmanınız
YEMEN'DEN MEDİNE MÜDAFİLİĞİNE
« : 15 Kasım 2009, 14:27:59 »
ÖNCE YEMEN, SONRA MEDİNE MÜDAFİLİĞİ

Dedem, zayıf ve sinirli, çok az gülen, güldüğü zaman yüzünde buruk bir ifade oluşan, çok dürüst ve inançlı bir kişiydi. 8 yıllık askerliğin 6 yılını Yemen ve Medine’de yaparken karşılaştığı sıkıntı ve korkular, O’na gülmeyi unutturmuş.

Beni yanına alır, Yemen’den, Medine’den, Araplardan, Çölden anlatırdı. Küçük dinleyicisinin anlayıp-anlamadığına bakmadan, sonradan tarihte okuduğumuz birçok hadiseleri anlatırdı. Yemen cephesinde sol ayagının yarısını kaybettiği için O’nu cepheden alıp, Medine Muhafızları arasında görevlendirmişler.


Anadolu'dan yeni gelmiş askerler Yemen'de yürüyüş halinde
 
Medine Muhafızı Fahrettin Paşa’nın çok yakınında İngiliz ve Araplarla çarpışmış, Fahrettin Paşa’yı çok seviyordu. Onunla beraber Peygamber şehrini müdafaa etmeyi hayatının en büyük şansı sayıyordu. 
 
                                              LAWRENCE
 

Lawrens’in arapları Türklere düşman yapmak için şeytanın bile aklına gelmeyecek hilelerini anlatırdı.
 
 
 
Lawrens Arapların altın hırsını  bildiği için, “Türkler, size kalmasın diye altınlarını yutuyorlar” yalanına şahit olarak, birkaç Türk şehidinin iç organlarına yerleştirdiği altınları, daha sonra bu şehitleri kılıçla keserek, çıkan altınları gösteriyor. Dedem, Arapların devamlı Türk Şehitlerinin kılıçlarla mide bölümünü açmalarının sebebini önce anlayamadıklarını, ancak daha sonra bunu duyduklarını söylerdi.
 
                                           ESTER SUVARİ ALAYI
 
Dedemi çok genç yaşta ve yeni evli iken askere almışlar ve doğru Yemen Cephesine göndermişler. Yemen’de “Ester Suvari Alayı”nda görev yapmış. Ester, “katır” demekmiş.  Dedem kendilerine 3 şeyin zimmetlendiğini, bunları ölümleri pahasına korumaları gerektiğini komutanların istediklerini söylerdi. Birincisi ve en değerlisi “Ester” miş. İkincisi, katıra yüklü olan mitralyöz ve mermileri, üçüncüsü de, sırtlarında taşıdıkları mavzerleri. Kendilerini telef edebilirler, ama bunlara zarar gelmemeli imiş. Zira, arkadan gelecek başka binek ve silah yok.
 
Dedem, her gün bir ölçek arpa tahsisatları olduğunu söylerdi. Bu, hem kendilerinin hem de katırın günlük gıdası imiş. “Arpayı biz yesek katır aç kalır, yürüyemez.  Katır yese biz aç kalır, yürüyemezdik” diyordu.
 
Sonunda, bunun çaresini bulmuşlar. Arpayı önce katıra yedirirler, sonra da katırların arkasına geçer, onların pislemelerini beklerlermiş. Zira katır bütün arpayı hazmetmez, bir kısmını dışkı içinde tane olarak dışarı atarmış. Katırının pislediğini gören asker hemen dışkıyı alır, güneşte kurumaya koyarmış. Çöl güneşinde kuruyan dışkı ufalanır, içindeki tane arpalar ayrılır, bunlar ezilerek un haline getirilir ve o günkü “tayın” (*) ortaya çıkarmış. (*) Tayın= günlük yemek
 
Bir defasında günlerce hayvanlardan askere fazla bir yiyecek kalmadığı için, bazı askerlerin çarıklarını ıslatıp, yediklerini de anlatığını hatırlıyorum.
 
Rahmetli, bunu hiçbir zaman unutmadı. Köyde sofraya oturulduğu zaman, dökülen ekmek kırıntılarını toplayıp, yer ve yedirirdi. Bu konuda o kadar katı idi ki, bunu yapmayanlar çok şiddetli bedelini ödemek zorunda kalırlardı. Aylarca, ekmeğini, katırın pisliğinden çıkaran kişi için bu tepki hoş görülürdü.
 
Osmanlı yüzbinlerce şehid verdi Yemen’de. Bugünkü işgal kuvvetleri gibi, Yemende madenler bulunduğundan değil, Petrol gelirlerine el koymak için değil; sadece, Mukaddes Toprakları koruyabilmenin yolu buradan geçtiği için.. İslam topraklarının en uç kalesi olduğu için..Bir asır önce Yemen’e gelen askerimiz, sert bir çöl yolculuğundan sonra yüksek Dağların zirvesindeki Menaha’ya ulaşır; buradan Heyma vadisinden geçerek Sana’ya  ulaşırmış. Bu yolda hayvanlar bile basacağı yeri önce ayaklarıyla yokladıktan sonra basarlarmış. Böyle sarp yamaçların bulunduğu yolda bazen develer bile, tökezler uçuruma yuvarlanırlarmış.
 
Eman Turizmin çıkardığı EMAN NAME’de Sayın Muhsin Öztürk şunları yazıyor:"Menaha’dan biraz bahsetmek gerekiyor belki. Yer yer Osmanlı kulelerinin göze çarptığı, Mehmetçiğin en çok kırıldığı yer burası. Bardaktan boşanırcasına yağmurun yağdığı ikindi saatlerinde yine bir vadinin kenarında Yemenli ev sahiplerimizin ne kadar anladığını bilmeyerekten Yemen türküsünü söylüyoruz hep birlikte.. Yemen’e dair hatıraları daha yakın yaşlı kafile üyeleri göz yaşlarını tutamıyorlar.. Nasıl duygulanmasınlar ki; …Huş denilen mevkinin tam üzerindeydik; yolu yokuştu ve gidenin geriye dönemediğinin, dönemeyeceğinin en büyük şahidinin şahidliğini yapıyorduk. Belkis’in sarayının bulunduğu Sebe Yemen’de. Dünyanın en eski su barajları, su bentleri Yemen’de..Türk Mahallesi, Türk mezarlığı, Yahudi kenti Habbabe Yemen’deTarihi, ve stratejik ülke Yemen’e  Osmanlı gereken önemi vermiş, yüzbinlerce evladını bu yollarda feda etmişti.
 
BURASI YEMENDİR..
 
Geçen asrın başlarında Yemen o kadar uzak, gidilemeyen, gidilse de dönülemeyen, dönmeyenlerin hikayeleri ile bilinen bir yer.. Yemen’e gönderilen asker evinden ayrılırken yakınlarına son vedasını yapar, helallik diler, en katı yürekliler dahi gözyaşlarını tutamadan yolcu edilirdi
 
 Burası Yemedir, gülü çemendir,
Giden gelmiyor acep nedendir ?   
 
dedirten bir yolculuk.. Dedem de böyle yolcu edilmiş.. Gelemeyeceği kabul edillerek yolcu edilmiş.. Ancak,  askerden terhis edilip, köye geldiğinde, evde 6 yaşında bir erkek çocuğunu görünce deliye dönmüş.  “Bunu kimden peydahladın ? ” diye rahmetli Baba annem’e saldırmış. Araya girenler,
 
-    Seyin Ağa, sen Yemen’e giderken köye izinli geldiğini unuttun mu ?  diye ikna ederler.
 
Kendisi askerde iken doğan oğluna Yemen'e giden askerden dönemez diye kendi adı verilmiş. Bu, 6 yaşındaki Hüseyin oğlu Hüseyin Deligöz, benim babam olan Hüseyin Deligöz dür.
 
HİCAZ CEPHESİ
 Dedemin askerliğini yaptığı Yemen ve Medine Cephesi hakkında bazı  bilgileri vermek istiyorum. Bu cephe halk arasında (Yemen cephesi) adıyla da anılır. I. Dünya Savaşı boyunca Osmanlı Devleti 4 Tümenlik bir kuvvetle Arabistan’daki kutsal şehirleri korumaya çalıştı
 
7.Kolordunun birer tümeni Hicaz, Asir, San'a ve Hudeybe'de konuşlandırılmıştı. Uzaklık sebebiyle bu tümenlere yeni asker, malzeme ve silah desteği sağlanamıyordu.
1916 yılında İngilizlerin kışkırtmasıyla, Araplar kendilerini koruyan Osmanlı Kuvvetlerine karşı ayaklandı. Mekke Şerif'i Hüseyin, bağımsızlığını ilan etti. Yemen'de İmam Yahya Osmanlılara bağlı kalırken Asir'de Seyyid İdris de ayaklanmaya katıldı.”
    
 
ŞERİF HÜSEYİN
Filistin-Sina cephesinde muharebeler devam ederken Hicaz'da Osmanlıların kuvvet ve kudretinden korkan Şerif Hüseyin, Hicaz bölgesini ayaklandırmak için gizliden gizliye çalışıyordu. Önce halkı kışkırtarak ayaklandırdı. O tarihte Osmanlı Devletini idare edenler Araplarla iyi geçinmek düşüncesiyle başkaldırma hareketlerini şiddetli bir şekilde bastırmadılar, çekingen davrandılar.
 
Hükümetin bu siyaset ve tutumunu Hicaz'a genel vali olarak atanan Cemal Paşa da devam ettirdi. O da Şerif Hüseyin ile iyi ilişkileri devam ettirmek ve ara bozacak her türlü hareketlerden kaçınmak için büyük çaba harcadı.
 
Cemal Paşanın daveti ile Şerif Hüseyin'in oğlu Emir Faysal Şam'a gelmişti. Kendisine büyük bir karşılama töreni yapıldı. Daha sonra İstanbul'a davet edilen Faysal, orada çok iyi misafirperverlik gördü. Cemal Paşa, Emir Faysal ile bir anlaşma yapmıştı. Bu anlaşmaya göre Faysal 1500 hecin devesine bindirilmiş süvari (Hecin Süvari) ile 2 nci Kanal Seferine katılacaktı. Anlaşmaya göre ona 60.000 altın verilmişti.
 
Türklerle iyi ilişkiler kurmayı istemeyen babası Şerif Hüseyin, Kanal harekatına katılmak için Türkler tarafından kabulüne imkan olmayan koşullar ileri sürdü. Nihayet İngilizlerden büyük para yardımı ve Arabistan'a kral olma sözünü alarak Osmanlı Hükümetine karşı açık bir şekilde cephe aldı.
 
 Haziran 1916'da kendini haklı göstermek amacıyla bir bildiri yayınlayan Hüseyin, Arap büyüklerinin haksız cezalandırıldıklarını, meşrutiyetin ilanından beri Osmanlı İmparatorluğunun fena idare edildiğini, genç Türklerin açmış oldukları savaş yüzünden Hicaz halkının sefalete uğradığını, Türk basınında Peygamber'e karşı kullanılmakta olan lisanın geleneksel hükümranlıkla bağdaşmadığını ve daha gerçeğe uymayan bir takım sebepler ileri sürdü.
 
Suriye ve Filistin'de İngilizlerle savaş halinde iken sudan sebeplerle Türk kuvvetlerini arkadan vurmak isteyen Şerif Hüseyin'e karşı Hicaz harekatı açılmıştı.
 
                                 
                                  Osmanlı askerlerinden bir bölümü dinlenirken
 
16 Haziran 1916'da Hicaz vali ve komutanlığına Galip Paşa getirildi. Bu bir piyade alayı ve iki dağ bataryasıyla Mekke'ye girerek oradaki zayıf Türk birliğini takviye ettiyse de, bu kuvvet Şerif Hüseyin'in geniş ölçüdeki hazırlık ve harekatına engel olamadı.
 
Mekke ve Cidde'yi ele geçiren Araplar, Medine üzerine yürüdükleri zaman Türklerin direnmesiyle karşılaştılar. Buraya gönderilen takviye kuvvetleriyle taarruza geçen Türkler, bazı önemli mevzileri aldılar. Ordu Komutanlığı yetkisiyle Fahrettin Paşa Medine muhafızlığına getirildi.
 Hicaz'ın savunulması anavatanı Hicaz'a bağlayan demiryolunun işler bir durumda bulundurulmasıyla mümkündü. Çünkü savaş malzemesi ve yiyeceğini Şam'dan sağlayan Medine'deki Türk birlikleri bu demiryolundan faydalanıyorlardı. Bu hattın elde bulundurulması ve güvenliğinin sağlanması için 1 nci Kuvve-i Mürettebe adıyla bir komutanlık kuruldu ve Akabe'deki kuvvetler de bu komutanlığa bağlandı.
Demiryolunun korunmasında bir piyade alayı, katıra bindirilmiş süvari, hecin süvari alayları ve bir kaç gönüllü küçük birlik verilmişti.
 
OSMANLI TEYYARELERİ HİCAZ'da
 
Medine'de Araplara karşı askeri harekata girişildiği zaman kara birlikleriyle işbirliği için bir tayyare bölüğünün Hicaz'a gönderilmesi istenmişti.   
 
                                                           
 
Hicaz'daki birleşik kuvvetlere katılmak üzere İstanbul'daki 3 ncü Tayyare Bölüğüne emir verilmiş ve bölük 23 Haziran 1916'da İstanbul'dan hareket etmişti. Bölüğün mevcudu, dört subay, bir tüfekçi, bir katip ve 103 er idi..Bölüğün üç uçaklık bir kısım Medine'ye Birleşik Kuvvetler emrine gönderildi. Daha sonra Tayyare Bölüğünden dört uçak ve yedek malzeme daha gönderildi.
 
Bu uçaklar hem Hicaz'dan cesaret alarak Havran ve Cebeli duruz dolaylarında da ayaklanan asilere karşı, hem de Hicaz demiryolu üzerinde bulunan köprü, istasyon ve demiryolu inşaat faaliyetlerini tespit etmek üzere uçtular..
 
Hicaz'ın savunulması için Hicaz demiryolunun korunması önemliydi. 1916 yılında kurulan 1 nci Kuvveti Mürettebe Hadiye, Tebük bölgesinin korunmasını üzerine almıştı. 1917 Ocak ayında İngilizler Akabe körfezinin güneyinde yer alan Aluca'yı bombardıman ederek kıyıya, Mısır ve Sudan askeri çıkardılar. Kıyı savunmasına verilen akıncı alayı ve çıkan birlikler Emir Faysal kuvvetlerine katıldığı gibi bu bölgedeki Araplar da Emir Faysal'a döndüklerinden Hicaz demiryoluna karşı taarruzi hareketler artmaya başladı. 
 

 
Hicaz için ayrılmış olan birleşik kuvvetlerin koruyacağı yol 500 kilometreden uzundu. Buna karşılık eldeki kuvvet, bir piyade alayı, savaş gücü zayıf Ester süvari ve Hecin süvari alaylarından ve ayrıca bazı küçük gönüllü birliklerden kurulmuştu.
 
Yolun kuzey kısmı 8 nci Kolorduya, orta kısmı 1 nci Kuvve-i Mürettebeye ve Medine 'ye yakın olan kısmı da Medine Muhafız birliğinin sorumluluğu na verildiyse de uzun hat sık sık Araplar tarafından yapılan atlı akınlarla kesilmekte ve Türk birliklerinin duruma el koyması ile yeniden açılmaktaydı. Hattın emniyeti ile görevli 3.ncü Tayyare Bölüğü de asilere karşı kullanılıyordu.
 
Hicaz harekat sahasındaki Araplar, demiryolu boyunca hareket üsleri kurarak mevzi almışlardı. Makineli tüfeklerle donatılmış olan bu kuvvetlerin girişmiş olduğu baltalama hareketlerini, bölgenin savunmasına ayrılan sınırlı sayıdaki Türk kuvvetleriyle kontrol etmek çok zordu.
 
Maan'a yerleşen 3 ncü Tayyare Bölüğü uçuş hazırlıklarını tamamlayarak asi Araplara karşı harekete geçmişti. Bölük, Ağustos ayında genel olarak Cebel-i berka, Kuveyra, Akabe ve Vadi-i musa dolaylarında 1917 Eylül ayından 1918 Ocak ayı ortasına kadar Vadi-i musa, Dellage, Müdavera (Müdevvere), Kuveyra, Şöbek ve demiryolu hattı üzerinde 51 keşif ve bombardıman görevi yapmıştı
 
3 ncü Bölüğün 20 uçağa çıkarılması için yapılan bütün yazışmalara rağmen uçak yardımı almak mümkün olmadı. Araplara karşı yapılan hava harekatlarında gün geçtikçe kuvvetlenen İngiliz hava kuvvetleri etkisini göstermeye başlamıştı. Maan hava alanına İngiliz uçakları 28 Ağustos 1917'de ve 10 Ekim'de de ikişer uçakla hücum ederek toplam olarak yedi eri şehit etmiş ve dört eri de yaralamıştı.
 
DEMİRYOLU
                                 
                                       
Medinedeki askerlerimizin ve uçaklarımızın hayatları pahasına korumaya çalıştıkları HİCAZ DEMİRYOLU  hakkında bazı bilgileri de sunmak istiyorum. Bu demiryolu Osmanlı’nın Ortadoğu’ya hakimiyetini devam ettirebilmek için yapılmış en büyük ve en radikal çalışmadır. Zira, o sırada devletin siyasi ve mali durumu bu kadar büyük ve riskli bir yatırıma müsait olmamasına rağmen, Rahmetli Sultan Abdulhamit ileri görüşü sayesinde bu kararı vermiş ve lokomotiflerini Medine garına kadar ulaştırmıştır.
 
Osmanlı İmparatorluğunun son görkemli eserini Batılılar “mümkün olmayacak bir rüya” kabul etmelerine rağmen, Sultan, 2 Mayıs 1900 tarihinde yayınladığı irade ile başlattığı Hicaz Demiryolunu tamamen iç kaynaklardan finanase etmiş, yabancılardan hiçbir kredi alınmamıştı. 8 yıl gibi kısa bir sürede tamamlanan demiryolu, 1464 Km. olarak 1 Eylül 1908 de Sultan’ın tahta çıkışının 33. üncü yıldönümünde işletmeye açıldı. İngiliz The Times Gazetesi “Türkler belli bir ideale erişmek için büyük engelleri aşmak yeteneğine sahiptirler” derken, bir diğeri “Hicaz Demiryolu, Osmanlı Devletinin kendi topraklarında ilk kez kendisine ait olan bir demiryoludur.” diye yazmaktaydı.


Sultan II. Abdulhamit
 
Ancak, ne yazık ki kendisinin tahtan indirilmesinden sonra gelenlerin yeterli devlet tecrübelerinin bulunmaması sebebiyle Osmanlı sonu feci neticeler verecek maceralara girilmiş, Mondros mütarekesi ile de bu büyük proje, kendine ulaşılmak için yapıldığı Medine ile birlikte elimizden çıkmıştı.
 

Sultan Abdulhamit Han tarafından yaptırılan Medine Tren Garı eski haliyle
 
Demiryolunun önemi sadece Medine’ye ulaşmasından gelmiyordu. Almanlara yaptırılan Bağdat Demiryolu ile birleştirilerek Basra körfezine; İngilizlere yaptırılmakta olan Hayfa demiryoluna bağlanarak Akdeniz’e, Mekke ve Cidde’ye uzatılarak Kızıldeniz’e ve Yemen’e  uzatılarak Hint Okyanusuna ulaşılabilecekti. Böylece Karadeniz’den; Akdeniz’e, Kızıldeniz’e, Hint Okyanusuna, Umman Denizine ve Basra körfezine kadar bütün bölge Osmanlı’nın kontrolunda olacaktı.
 
İşte bu sebeple Avrupa’lı  “yapılamaz, ulaşılamaz” diyerek bu projeyi psikolojik olarak engellemeye çalıştı. Ancak, ileri görüşlü Sultan Abdulhamit, Onları devreye sokmadan kendi imkanları ile bu büyük ideali gerçekleştirdi. 
 

 
Hicaz’a hakim olan Arap idarecileri hattın fonksiyonunu idrak edebilmek bir yana, bütün hat boyunca köprüler, su depoları, istasyonlarla yöreye vurulmuş Osmanlı damgasını silmek uğruna demiryolunu ve Medine Garındaki lokomotifleri çürümeye terkettiler.